31 Ağustos 2013 Cumartesi

ANKARA SAVAŞININ TARİHİ SONUCU NEDİR ?


Ankara Savaşı 28 Temmuz 1402 tarihinde, Çubuk Ovasında Timur'la Yıldırım Bayezit arasında yapılan savaştır. 1389 yılında Kosova zaferiyle Balkanlar'daki egemenliğini kesin olarak kuran Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezit, Anadoluyu istilaya başlamıştı. Bu sıralarda Orta Asya ve İran'da egemenliğini kurduktan sonra Azerbaycan'ı ve Irak'ı alarak (1386-1394) İmparatorluğunu Anadolu sınırlarına kadar genişleten T,mur, 1394 yılı başlarında Doğu Anadolu'ya girmişti. İslam dünyasında üstünlüğünü kurmak isteyen Timur, karşısında en büyük rakip olarak Mısır Memlûk sultanlığını ve Yıldırım Bayezit'ı görüyordu. Hele Bayezit'ın Niğbolu'da hıristiyan Avrupanın gönderdiği büyük Haçlı ordusuna karşı kazandığı zafer (1396) onu Timur'a karşı Anadolu'da başlıca rakip olarak ortaya atmıştı. Kazandığı zaferlere güvenen Bayezit Karamanoğullarını ortadan kaldırmış, Samsun ve Canik taraflarını ele geçirmiş; Sivas, Tokat, Kayseri bölgelerini Osmanlı egemenliğine katmıştı. Sonunda Timur'a baplı Erzincan hakiminin kendisine boyun eğmesini istemişti. Bu durum üzerine Timur, Bayezit'in yurtlarından kovduğu Anadolu beylerini yanına alarak, ordusu ile Anadolu'ya 
doğru harekete geçmişti.(1399 sonbaharı) Timur, bu seferinde Osmanlılar'ın elinden Sivas'ı almış (Ağustos 1400) ve Suriye'ye girmişti; bunu fırsat bilen Bayezit de Erzincan hakimini zorla kendine bağlamıştı. Artık iki devlet arasında kaçınılmaz olan çarpışma bu olaylar sonucu tamamen yaklaşmıştır. İstanbul'u kuşatmakta olan Bayezit, bu kuşatmayı kaldırarak ordusunu iki kol halinde Ankara'da toplamıştır. Timur da, Kırşehir üzerinden Ankara'ya yürümüş ve Ankara Kalesini kuşatmıştır. Düşmanı, ilerlemeden Kızılırmak üzerinde savaşa zorlamak isteyen Bayezit, bu planını başaramamış ve Timur'un savaş planına uymak zorunda kalmıştır. Bayezit'in ordusu Temmuz sıcağında uzun ve yorucu bir yürüyüşten sonra Kalecik üzerinden Çubuk'a yaklaştığı sırada Timur'un ordusu, Bayezit'in karşısında yer almıştır. 28 Temmuz Cuma sabahı savaş başlamış
ve savaşın kızıştığı bir anda Osmanlı ordusundaki Kara Tatarların, ihanet ederek Osmanlı kuvvetlerine geriden ok atmaları Osmanlı askerlerini şaşırtmış; Aydın, Germiyan, Saruhan, Menteşe kuvvetlerinin Timur ordusundaki beylerinin yanlarına geçmesi savaşın Osmanlıların aleyhine dönmesine sebep olmuştur. Bu durum karşısında kahramanca döğüşerek, kendisini her taraftan saran üstün düşman kuvvetlerini püskürten Bayezit, karanlık basınca yanında kalan 300 kişi ile, düşman hatları arasından sıyrılıp kaçmaya çalışırken yakalanarak
Timur'un yanına götürülmüştür. Anadolu tarihinin en büyük savaşlarından biri olan Ankara Savaşı böylece
Osmanlılar'ın yenilgisiyle ve Osmanlı hükümdarının esir edilmesi ile sona ermiştir. Ankara Savaşı'nın tarihi sonuçlarının en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunu yarım yüzyıl geciktirmiş olmasıdır.

AHMET MİDHAT EFENDİ KİMDİR ? HAYATI

Ahmet Midhat Efendi (1844-1913) Türk gazeteci ve romancısıdır. İstanbul'da doğmuştur. Rumelili fakir bir ailedendir. İlkokulu Vidin ve Rusçuk'ta tamamlamış, 1863 te Nis rüştiyesini bitirmiştir. Midhat Paşa'nın Tuna valiliği sırasında vilayet mektupçu kalemine katip olarak girmiş; bir taraftan Fransızca öğrenirken bir taraftan Tuna gazetesinde yazı hayatına atılmıştır. Midhat Paşa tarafından korunmuş, Midhat Paşa'nın vali olması üzerine 1868 de Bağdat'a gitmiştir. Bağdat'ta vilayet gazetesi olan Zevra gazetesini kurmuş, sanat okulunda okutulmak üzere ders kitapları yazmıştır. 1874 de İstanbul'a gelerek bazı gazetelerde yazmaya başlamış ve küçük bir matbaa kurarak kısa ömürlü bir takım gazeteler yayınlamış, Dağarcık ve Kırkambar adlı dergileri çıkarmıştır. 1873 de Rodos'a sürülmüş ve Abdülaziz'in tahttan indirilmesi üzerine 1876 da İstanbul'a dönmüştür. Takvim-i Amire Müdürlüğünde bulunmuş, 1878 de Türk gazetecilik tarihinin en önemli gazetelerinden olan Tercuman-ı Hakikat'ı kurmuştur. 1885 de Karantina başkatipliğine, 1895 de Meclis-i  Umur-i Sıhhiye ikinci başkanlığına getirilmiştir. 1908 de Meşrutiyet ilanı üzerine emekliye ayrılmıştır.
Devrinin en kültürlü yazarlarından biri olan Ahmet Midhat Efendi, hemen bütün edebi türlerde eserler yayınlamıştır. Eserlerini sade dille ve herkesin anlayabileceği bir anlatım ile yazmaya dikkat etmiştir. Roman, hikaye, tiyatro, hatıra, tarih, seyahatname, makale türlerinde seksen kadar eseri vardır. Başlıca eserleri ise:
Hasan Mellah, Hüseyin Fellah, Henüz 17 Yaşında, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Paris'te bir Türk, Yer Yüzünde Bir Melek, Avrupa'da bir Cevelân dır.

ALFABE NEDİR, ALFABENİN TARİHÇESİ

 Alfabe bir dilin oldukça belirli bir ses temsil eden harfler sistemini bir arada gösteren dizidir. Bu kelime Yunan yazı sistemini meydana getiren harflerden ilk ikisi olan alpha ve
beta'nın birleşmesinden meydana gelmiştir. Yazı ve ses arasında bir bağlantı olan Alfabe, uzun bir gelişmeden sonra bugünkü biçimini almıştır. İnsanın, sesi bir takım işaretler halinde belirtmesi, tarihten önceki çağlarda başlamış, çeşitli resimlerden, işaretlerden sonra bugünkü harf yazısı, yani alfabe şekline girmiştir. Tarih yazı ile
başlamıştır. Tarihten önceki devirden kalma birtakım belirtilere rastlanmış olsa da,ilk insan alfabe yazısı kullanmamıştır. Alfabeyi ilk kullananlar kesin olarak bilinmiyorsa da , en eski belgeler Samî  ırktan Fenike'lilere aittir. Alfabetik olmayan Çin, Japon, Hitit hiyeroglifleri, Sumer ve eski İranlıların çivi yazısı ve eski Mısırlıların bir çeşit resim yazısı olan hiyeroglifleri zamanla gelişmiş ve ilk alfabe yazısının doğuşuna sebep
olmuşlardır. Böylece , Alfabenin esas karakteri olan tek bir modelden olmamasının sebebi açıklanmış olmaktadır. Çünkü Alfabe, tarihi gelişimin de gösterdiği gibi, bir çok modellerin esasından ve yönteminden faydalanmak ve bu modellere benzetilmek suretiyle yaratılmış karmaşık bir eserdir. Fenikelilerin alfabesinden
zamanla birçok milletler faydalanmış ve çeşitli alfabelerin doğmasına sebep olmuşlardır. Fenike alfabesiinin doğurduğu büyük alfabelerden biri de Yunan alfabesidir. Yunanlılar, M.Ö dokuzuncu yüzyılda bu alfabeyi
alarak geliştirmişlerdir. Bu alfabe, buradan İtalya'ya geçmiş, yine çeşitli değişmelerden sonra, Latin alfabesinin doğmasına sebep olmuştur. Bugün Latin alfabesi kullanan milletlerin çoğu, bu alfabeyi, kendi dillerinin şartlarına uydurabilmek için harflerin üstlerine ya da altlarına birtakım işaretler koymak suretiyle başka ses değerlerini temsil eden harfler meydana getirmiş; esas Latin alfabesi olan, kendi dillerinin de seslerini temsil edebilen alfabelere sahip olmuşlardır. Bizim alfabedeki ç, ğ, ş, harfleri böyle bir ihtiyacın karşılığıdır. Türkler, sekizinci yüzyıldan beri, çeşitli devirlerde ve bölgelerde, Şamanizmin, Brahmanizmi, Hıristiyanlığı, İslamlığı
benimsemelerine, Doğu ve Batı kültürlerinden biri içinde bulunmalarına göre farklı alfabeler kullanmışlardır.
Uzun yıllar kullandığımız Arap yazısından sonra temeli Latin alfabesi olan alfabemizi kullanmaktayız.

30 Ağustos 2013 Cuma

AKTÖR KİME DENİR ? AKTÖRLÜĞÜN TARİHÇESİ.


Genel olarak tiyatroda, sinemada herhangi bir oyunu oynayan erkek oyuncudur. Kadın oyuncuya da aktris denir. Aktörler, oynadıkları eserlere göre ya konuşurlar, ya şarkı söylerler ya da fikirleri hareketleriyle gösterirler. Sahnenin ilk yurdu sayılan Yunanistan'da aktörlük, şerefli bir meslekti. Eski Yunan sahnelerinde
kadınlar sahneye çıkmaz, erkekler maske takarak kadın rollerinde oynarlardı. Eski Yunanistan'da aktörlüğe verilen değer yüzünden piyes yazan şairler, Atinanın en önde kişileri arasında yer alır, en gözde yurttaşlar bile sahnede rol alırlardı. Fakat zaman geçtikçe bu önemlerini, haklarını kaybettiler. Küçük Asya ve Afrika'da gezici tiyatrolarda oynamaya başladılar. Aktörlük Yunanlılarda şerefli bir meslek olmasına rağmen, Romalılarda kölelerin bir mesleği şeklinde görülmeye başlandı. En ünlü aktörün bile yurttaşlık hakkı yoktu.
Orta çağda, hıristiyanlığın ilerlemesi ile aktörlük daha zor bir duruma düştü. Aktörler afarozla cezalandırıldığı gibi, çeşitli baskılar altında ezildiler. Yalnız zaman geçtikçe aktörleri koruyan bazı krallar aracılığı ile aktörlük saygı gören bir meslek olmaya başladı. Fransa'da Louis XIV. ün aktörleri koruması ve büyük Fransız yazarlarının eserlerini desteklemesi, modern tiyatro anlayışının doğmasına ve aktörlerin şerefli insanlar olarak
sayılmasına sebep oldu. İngiltere'de de kilisenin baskısı giderilerek ünlü aktörler yetişmiş oldu. Bugün medeni dünyada aktörlük şerefli, büyük kazanç getiren ve herkes tarafından iyi olarak kabul edilen bir meslekti. Bizdeki aktörlüğe gelince, normal tiyatro anlayışının yerleşmesinden önce bir çeşit tiyatro sayılan Karagöz ve orta oyununa çıkanlar, din adamları tarafından iyi karşılanmamıştır. Avrupa'nın etkisi altında bizde tiyatro başladığı zaman ise, sahneye ilk Ermeniler çıkmıştır. Türk ve müslüman olanlardan sahneye çıkanlar adlarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Hatta bu baskılar yüzünden aktörün mahkemelerde şahitlikleri tanınmazdı. Fakat, zaman geçtikçe Güllü Agop, Fasülyeciyan, Karakaş, Kızkardeşler gibi Ermeni aktörlerden sonra Necip, Fehim, Hamdi gibi Türk ve müslüman aktörlerin sayesinde sahnemiz yavaş yavaş gelişmiş, Birinci Dünya Savaşından sonra Afife, Bedia gibi ilk kadın sanatçıların da sahneye çıkmaları sonucu medeni bir 
meslek olarak kabul edilmeye başlanmış, Naşit ve Hazım gibi sanatkarlarla büyük gelişmeler kazanmıştır.
Cumhuriyetin kurulmasıyla da tiyatro sanatına önem verilmiş, aktörlük şerefli bir meslek olarak kabul edilmiş
ve aktörler devlet eliyle yetiştirilmeye başlanmıştır.  

METRE NEDİR ? METRE SİSTEMLERİ NELERDİR.

Uzunluk ölçüsüdür. Yer boylam dairelerinden ekvatorun 1/40.000.000 i olarak alınmıştır. Metre, İngiltere ve Amerikanın dışında bütün ülkelerde uzunluk ölçüsü olarak kullanılır. (m) ile gösterilir. Metrenin katları: Dekametre, hektometre ve kilometredir. 1 dekametre (dkm) = 10 m.  1 hektometre (hkm) = 100 m.
1 kilometre (km) 1.000 m. dir  Metrenin askatları: Milimetre, santimetre, desimetre'dir. 1 milimetre (mm)= 0,1 cm.= 0,01 dsm = 0,001 m.- 1 santimetre (cm) =0,1 dsm. = 0,01 m. -  1 desimetre (dsm) = 0,1 m.dir
Metreyi esas alan ölçü birimi metre, alan ölçüsü birimi, metrekare, hacim ölçüsü birimi metreküp, ağırlık ölçüsü birimi kilogram, sıvı ölçüsü birimi litredir.
Metrekare (m2) kenarı biir metre olan bir karenin alanıdır. Metrekarenin katları: Desimetrekare, kilometrekaredir. 1 dkm2 = 100 m2  -  1 hkm2= 10.000.000  Metrekarenin askatları: Milimetrekare, santimetrekare, desimetrekaredir. 1mm2=0.01 cm2= 0.000.001 m2. -  1cm2=100 mm2=0.000.00.1 m2. -
1 dsm2 = 10.000 mm2= 0,01 m2 dir.
Metreküp (m3), bir kenarı bir metre olan bir küpün hacmidir. Metreküpün askatları: Santimetreküp, desimetreküptür.  1 cm3 = 0,001 dsm3 = 0,000.001 m3 --  1 dsm3 = 1.00 cm3= 0,001 m3 dür.
Kilogram (Kgr) ağırlık ölçüsü birimidir. Bunun binde biri olan gram, normal şartlar altında bir cm3 suyun ağırlığına eşittir. Gramın askatları: Miligram, desigram, santigram'dır. 1.000 gram, bir kilograma eşittir.
1.000 kilogram da 1 ton. dur.
Litre (lt) sıvı ölçüsü birimidir. Litrenin askatları: Santilitre, desilitre'dir. 1 lt= 100 ctl. , 1 lt= 10 dslti Litre
katı : Hektolitre'dir. 1 hktlt. = 100 lt= 1.000 dslt= 10.000 clt. dir

29 Ağustos 2013 Perşembe

GÜMÜŞ NEDİR NASIL ELDE EDİLİR

Kimyasal bir eleman, Sembolü Ag.  atom numarası 47, atom ağırlığı 107,9 dur. Güzel beyaz renkte, parlak 960,5 derecede eriyen, 1955 derecede kaynayan ve 0,000025 mm. kalınlığında ince tabaka haline getirilebilen bir metaldir. Isı ve elektriği en fazla ileten metallerden biridir. Tabiatta bazen serbest, bazen de kükürt, arsenik, antimuan ve klorla birleşik halde bulunur. En çok bulunan bileşiğinden kuru ve yaş (siyanür metodu) olmak üzere iki yolla elde edilir. Kuru metotta, gümüş sülfür filizlerinden gümüş klorür elde edilir. Bundan da bakır parçaları aracı ile gümüş elde edilir. Siyanür metodunda gümüş natrium siyanür eriyiği ile temas ettirilir, çinko aracılığı ile gümüş çöktürülür. Her iki metotta da gümüş saf değildir. Bunun için elektrik akımından faydalanılır. Gümüş havadan etkilenmediğinden paraların, madalya ve süs eşyalarının yapımında kullanılır. Bunlardan başka fotografçılıkta, sofra takımlarının ve çeşitli kaplama eşyanın yapılmasında kullanılır.

KONKLAV NEYE DENİR ?

Yeni bir papa seçimi için, Katolik Kilisesi kardinallerinin meclisine verilen addır. Konklav, her zaman vatikan'da  toplanır. Papanın ölümünden sonra üç hafta içinde toplanması gerekmektedir. Papa ölünce, dünyadaki bütün kardinaller  çağrılır, bunlar dünya ile olan bütün ilgilerini keserler. Papayı seçinceye kadar toplantılarına devam ederler., konklav aşağı yukarı 300 kardinalden meydana gelir. Papa, toplantıya katılanların üçte iki çoğunluğu ile seçilir. Eğer oy pusulaları çoğunluğu sağlayamazsa , ıslak otlar arasında yakılır. Bu koyu bir dumanın bacadan çıkmasını gerektirir, binanın dışında bekleyen halk, yeni Papanın henüz seçilmediğini aanlamış olur. Seçim için gerekli oy toplanınca oy pusulaları doğrudan doğruya yakılır. Çıkan beyaz duman, yeni Papanın seçildiğine işarettir. Bunun üzerine en yaşlı kardinal, Deacon balkonuna çıkar ve >>Habemus papam>>  (Papaya sahibiz) diye seçimi bildirir.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

HİKAYE NEYE DENİR ÇEŞİTLERİ NELERDİR ?


Baştan geçen olayları, ihtirasları, karakterleri, hayali olarak ya da gerçeğe uygun bir şekilde, bir anlatış düzeni içinde anlatan yazı. Hikayelerde, kişiler, olay ve olayın geçtiği yer vardır. Olay, bir didişmeden yani iki kuvvetin çarpışmasından doğar. Çarpışan kuvvetler, insanla insan, hayvanla hayvan, insanla doğal kuvvetler, insanla kendi düşünceleri olabilir. Olaylar, ya yazarın ağzından, ya da hikaye ile ilgili bir kişinin ağzından anlatılır. Tiyatro eserlerinde olduğu gibi, hikayelerde de serim, düğüm, çözüm bölümleri vardır. İlkin olay ve olayı yaratan kişiler, sebepler belirtilir. Eserin düğüm ya da gelişme bölümünde, kişilerin özellikleri, olayların akışı, olayların geliştiği yerler, devir ve çevre belirtilir. Bir noktada düğümlenen olaylar, sonunda çözülerek eser son bulur. Roman ile hikaye arasında, birinin çok uzun, birinin de kısa olması dışında önemli bir ayrım yoktur. Ancak romanda, uzunluk sebebi ile, olaylar ve kişiler daha ince noktalarına kadar incelenebilmekte, kişilerin karakterlerinin ve olayların her yüzü üzerinde incelikle durulmaktadır. Hikayelerin de, roman gibi,
pek çok çeşitleri vardır: Tarihi hikayeler, realist hikayeler, romantik hikayeler, psikolojik hikayeler, polisiye ve macera hikayeleri gibi, Roman ve hikaye türü, toplum içinde, eski destanların görevini yapmak ve onun yerini tutabilmek için Yeniçağ'da meydana gelmiş; Rönesans'tan bu yana özellikle XIX. yüzyıldan bu yana gittikçe gelişerek edebiyatın en yaygın türlerinden olmuşlardır. Türk edebiyatında da Batı anlamındaki roman ve hikaye, Tanzimat edebiyatı ile gelişmeye başlamıştır. Dünya edebiyatının en ünlü hikaye yazarları arasında, bu türün kurucusu sayılan İtalya edebiyatında Boccacio (1313-1375), Fransız edebiyatında Maupassant (1850-1893), Rus edebiyatında Çehov (1860-1904) bulunmaktadır. Türk edebiyatında hikaye yazarları arasında Ahmet Mithat, Halit Ziya Uşaklıgil, Halide EdipAdıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, Memduh Şevket Esendal, Bekir Sıtkı Kunt, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Haldun Taner v.b. vardır.

BOKS KURALLARI NELERDİR ? TARİHÇESİ

 Yumrukla oynanan ve belli kurallara göre uygulanan bir spordur. Silahsız bir didişme sporu olması bakımından tarih öncesi insan topluluklarından beri geniş şekilde uygulanan boks, eski Yunanlılar'da spor haline gelmiş, hatta ilk olimpiyatlarda bile önemli bir yer bulmuştur. Boksun spor olarak yayılması, XVIII. yüzyıldan itibarendir. 1743 yılından sonra yarışma kuralları uygulanmaya başlanmış ve XIX. yüzyılda boksun Amerika'ya yayılmasıyla bugünkü anlamda modern boks kurulmuş ve gelişmiştir. Boks yarışmalarına katılan ve bu işi kendine meslek edinenlere "boksör" denir. Boksu meslek edinmeyenler "amatör boksör" kendine meslek edinenlere "profesyonel boksör" denir. Boksörler, Uluslararası kurallara ve ağırlıklarına göre : Sinek (48-51 kilo) Horoz (51-54 kilo), Tüy (54-57 kilo), Hafif (57-60 kilo), Yarı Walter (60-63 kilo), Walter (63-70 kilo), Yarı ağır  (75-81 kilo), Ağır (81 kilo ve yukarı) olmak üzere on sınıfa ayrılır. Boksun yarışmaları, "ring" denilen zemini düz ve düşmelerde yaralanmaları önleyecek şekilde elastiki maddelerle beslenmiş bir alanda yapılır. Boksörler kısa şort, topuksuz ve çivisiz
ayakkabı, kolsuz üst forması giyerler; ellerine, ağırlıklarına göre, 114 gramdan 227 grama kadar değişen deriden yapılmış boks eldivenleri giyerler; dişlerine, bu amaç için yapılmış diş koruyucusu ve karın altı bölgelerini korumak için "kask" takarlar; tesbit edilmiş kurallara göre birbirlerine karşı vuruşlara geçerler.
Yarışmalarda "raund" denilen 3 er dakikalık mola verilerek boksörlerin dinlenmesi sağlanır. Yarışmalar bir orta ve üç yan hakemi ile yönetilir. Yarışma ya sayı, ya da boksörlerden birinin yere düşmesi ve 10 sayılıncaya kadar süren bir zaman içinde ayağa kalkmaması sonucu "nakavt" la biter. Özellikle batı ülkelerinde çok yaygın bir spor olan boks'un  tarihinde Joe Louis, Carnera, Max Schmelling, Ray Sugar, Robinson, Floyd Patterson, Msx Bear, Marciano, M.Ali Clay gibi çok sayıda ün kazanmış boksörler vardır.

25 Ağustos 2013 Pazar

DİLEKÇE NEYE DENİR. NASIL YAZILIR ?

Bir dileği bildirmek üzere resmi dairelere sunulan imzalı yazı, bir hakkın sağlanması, bir haksızlığın giderilmesi, ticari, adli siyasi bir işlemin yapılabilmesi gibi amaçlar için verilen evraka dilekçe denir. Herkes, hayatı boyunca, çeşitli, işlerinin dileklerinin görülebilmesi için, çeşitli devlet dairelerine dilekçe verir. Yazılacak dilekçede dikkat edilmesi gereken hususlar şunlardır:
1- Dilekçenin verildiği birimin doğru birim olması ve o birimin adı ve bulunduğu yerin yazılması.
2- Satırbaşından başlanarak bildirilmesi, ya da yapılması istenen konu, kısa özlü olarak yazılır.
3- Yazı bittikten sonra sağ alt tarafa dilekçenin yazıldığı tarih yazılır ve Ad ve Soyadı yazılarak imza edilir.
4- Dilekçeye ek olarak verilecek belge varsa sol alt tarafa (eki) yazılarak verilen belgeler yazılır.
5- Sol alt tarafa dilekçeyi verenin Adı  Soyadı ve açık adresi yazılır.
(Dilekçenin verildiği birimin evrak bölümüne dilekçe verilir ve kayıt numarası alınır)

CENDERE NEYE DENİR SU CENDERESİ NEDİR ?

Cendere, basınç yolu ile cisimleri sıkıştırmaya ya da cisimlerin üzerinde damgalar vurmaya yarayan âlet ve makinelere verilen genel ad'dır. Endüstrinin hemen hemen bütün kollarında pek çok kullanılmakta olan cendereler, kullanılma yerlerine göre cisimlerin hacimlerini küçültmek ya da cisimler üzerinde istenilen bir damgayı vurmak için kullanılan << asıl cendereler >> ve katı cisimlerdeki yağ ve sıvıları çıkarmak için kullanılan << sıkma ve ezme cendereleri >> olmak üzere iki bölüme ayrılırlar. Hangi çeşit olursa olsun, cenderelerin çalışma ilkesi aynıdır. İş ve enerjinin korunumu ilkesine göre, küçük bir kuvvetle büyük bir kuvvet elde edebilmek esasına göre yapılmıştır. Endüstride kullanılan cendereler, başlıca hareketli tablalı cendereler, su cendereleri, silindir cendereler olmak üzere üçe ayrılır. Bunlardan başka ev işlerinde kullanılan el cendereleri de ( damgalama, limon, meyva, üzüm sıkma, püre yapma gibi) cendereler vardır.Bunlar sıkma ve ezme görevi yaparlar.
Su Cenderesi: Hidrolik presler adı ile de anılan su cendereleri, Pascal tarafından düşünülmüş ve 1796 da
İngiliz mühendis Bramah tarafından yapılmıştır. Çalışma ilkesi basıncın sıvılar yolu ile ulaştırılmasına ait Pascal ilkesine dayanmaktadır. Böylece; küçük bir kuvvetle çok büyük bir kuvvet elde edilmiş olunur. Su cenderesi,
birbirine bağlı ve su ile dolu (C) ve (E) gibi iki silindirik kaptan ibarettir. Bu silindirler içinde kesitleri farklı (A) ve (B)  pistonları aşağı- yukarı doğru hareket ederler. (A) pistonu, kaldıraç kolu ile basılınca (C9) deki su, (E) ye geçer. Böylece yapılan basıncın iletilmesi sonucunda (B) pistonu yukarı kalkar. Su cenderelerinde, tatbik edilen küçük bir (f) kuvveti, kesiti (s) olan küçük piston üzerine uygulandığında f/s basıncı, sıvı aracılıyla her tarafa aynen iletir. Bu basınç, kesiti S olan büyük piston üzerine etki yapınca, meydana gelen kuvvet, bu pistonun S kesiti ile F basıncının çarpımına eşit olur. F= f/s. S= S/s.f Bu duruma göre, S, s den 10, 100, 1000 kere büyük olursa F, f den 10, 100, 1000 defa büyük olur.

BİRA NEDİR NASIL YAPILIR ? TARİHÇESİ

Arpa ve şerbetçiotu ile hazırlanan hafif alkollü (% 2-6) bir içkidir. Bugün çoğunlukla arpadan hazırlanmakta olan ve en fazla tüketilen içkilerden biri olan bira, eski zamanlardan beri bilinmektedir. Orta Asyadan Dünyaya yayılmıştır. Orta Asya'da bulunan Türkler, bugün biranın anası sayılan ve darıdan hazırladıkları <<Boza>>yı  kullanmışlardır. Bu içki, İran ve Mezopotamya yolu ile Mısır'a yayılmıştır. Mısır'da bozanın yapımında esaslı değişiklik olmuş ve bugün kullanılan bira tekniğine yakın bir teknikte yapılan bira meydana getirilmiştir. Mısır'da tekniği çok gelişmiş olan bira, buradan Yunanistan'a, Roma'ya geçmiş ve XIV. XV. yüzyıllarda yeni bir gelişmeye uğradıktan sonra bugünkü şeklini almıştır. Bira yapılacak arpa ayrı bir tiptir. Bu
arpaların nişastası çok, azotlu maddelerinin az olması gerekmektedir. Bugünkü bira yapımı dört safhada tamamlanmaktadır: 1- Malt'ın hazırlanması: Arpada bulunan ve bira yapımında önemli rolleri olan enzimleri geliştirmek, bira tanelerini kolayca şeker alabilir bir duruma getirmek için yapılmakta olan bu işlemlerde, arpalar yabancı maddelerden temizlenir ıslatma işlemi uygulanır ve arpalar çimlendirilir. Bundan sonra arpalar
kurutulur. Kurutulmuş olan arpa taneleri değirmenlerde un haline getirilir. 2- Malt şerbetinin hazırlanması: Un haline getirilmiş olan arpalar, su ile sıcakta şekerlendirilir. Hazırlanan malt şerbeti büyük süzgeçlerden geçirilerek süzülür. 3-  Kaynatma ile şerbetçi otunun katılması: Süzülen malt şerbeti özel kazanlarda kaynatılır. Bu kaynatma sırasında kazana şerbetçiotu katılır. Elde edilen bu koyu sıvı, soğuk borulardan geçirilerek soğumaya terk edilir. 4- Mayalandırma: Soğuk olarak elde edilen bu sıvı, bira mayası ile mayalandırılır, biraz dinlendirildikten sonra süzülür ve içilmek için gerekli kaplara konulur. Bira fabrikalarında maya üretimi tek mayadan gittikçe miktarı arttırılarak yapılır. Maya üremesinin hızlanması, besin maddeleri, azot ve fosforlu maddeler verilmesi ve havalandırılması ile olur. Bira fabrikalarında aynı maya 20-30 defa kullanılabilir.

22 Ağustos 2013 Perşembe

CARİYE KİMLERE DENİR NE ZAMAN KALDIRILDI ?

 Eskiden, yabancı ülkelere yapılan akınlarda esir edilen, ya da bu ülkelerden kaçırılan ve alınıp satılabilen kadın ya da kız, Cariyeyi satın alan üzerinde kesin tasarruf hakkına sahipti; istediği işi gördürür, dilerse yeniden satabilirdi  Ortaçağda beyaz ve siyah ırkın binlerce esirin satılabildiği pazarlarda ve İslamlığın yaygın devirlerinde büyük şehirlerde, yabancı ülkelerden getirilen cariyeler, devrin ileri gelenlerine ve zenginlerine uzun yıllar satılmıştır.Bu bakımdan Bağdat ve Mekke, esir ticaretinin merkezi durumuna gelmiştir. İslam hukukuna göre, cariyelerle sahipleri arasında nikaha lüzum yoktu. Cariye kayıtsız şartsız sahibinin malı idi. Bir cariyeden çocuk olursa, bu çocuk babasının medeni halini kazanır, sahibinden bir çocuğu olan cariye de, ancak sahibinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşabilirdi.
İslamlıktan önce ve Peygamber Muhammed zamanında esir edilen bir kadın ya da kızın cariye olması esası kabul edilen bir esas olmakla beraber, halife Ömer zamanından itibaren Müüslümanların esir olamıyacağı esası kabul edilmiştir. Bu sebeple, çeşitli pazarlarda satılan kadın ve kızlar Afrika içlerinden, Avrupa ve Yunan ülkelerinden İslam ülkelerine getirilmiştir. Osmanlılarda cariyelik, özellikle saraya ve devrin ileri gelenlerine ait bir hak durumunda yerleşmiştir. Osmanlı sarayındaki cariyeler çeşitli ırklara mensup en seçme
kızlar arasında İstanbul gümrük emini tarafından satın alınır, ya da ileri gelen devlet adamları, Kırım hanı ve yabancılar tarafından armağan edilirdi. Bunlar özel bir alınım şekline ve eğitime tabi olduktan sonra saraydaki yerlerini alırlardı. Cariyeler, sarayda geçirdikleri ilk "acemilik" devirlerinden sonra şakirtlik, ustalık, gediklilik devrelerini de geçirirler, "kadın" rütbesi ile padişahın zevceleri durumuna gelirlerdi. Cariyeler arasında padişahın karısı sultanlığa, valideliğe kadar yükselenler ve imparatorlukta söz ve kudret sahibi olanlar da olmuştur. XIX. yüzyılda cariyelik ve kölelik, milletlerarası bir antlaşma ile kaldırılmıştır. Fakat bugün Suudi Arabistan, Hadramut gibi bazı ülkelerde cariyelik müessesesi hala devam etmektedir.

ELEKTRİĞİN ETKİLERİ NELERDİR ?

Elektrik, günümüzde çeşitli yerlerde kullanılmaktadır. Bunların hepsi elektriğin ısı,kimyasal ve mağnetik etkisi gibi başlıca üç temel etkisine dayanır.
1- Elektriğin Isı Etkisi Üzerinden elektrik akımı geçen bir iletken tel ısınır, daha şiddetli akım geçirirsek tel eriyerek kopar. Bir iletkenden geçen akımın açığa çıkardığı ısı enerjisini Joule Kanunu belirtir. Bu kanuna göre açığa çıkan ısı, geçen akımın şiddetinin karesiyle, telin direnciyle ve akımın geçme süresiyle doğru orantılıdır; yani bu değerler büyüdükçe açığa çıkan ısı da büyür.
2- Elektriğin Kimyasal Etkisi  İçine asit eriyiği konmuş bir kaba iki maden batıralım. Eriyiği "elektrolit",
maden levhalara da "elektrot" denildiğini biliyoruz. Bu kaba "voltametre" adı verilir. Böylece basit bir volta pili
elde etmiş oluruz.Şimdi, elektrotları birleştirerek akımı elde edeceğimize elektrolitten bir akım geçecektir. Bu olayın sonunda elektrolidi incelersek bir değişmeye uğradığını görürüz. Mesela kaba sülfürik asit eriyiği koymuşsak üreticinin negatif (-) kutbuna bağladığımız elektrot (buna "katot" denir) yanında H+ katyonları toplanır. Sülfürik asidin ikinci kısmı olan SO4 anyonları da üretecin pozitif (+) kutbuna bağladığımız elektroda (buna da "anot" denir) doğru hareket ederler. İçinde elektrik akımı geçen bir eriyik çözümlenirse kendini meydana getiren bileşenlere ayrılır. Bu olaya "elektroliz" denir, madenlerin kaplanmasında kullanılır.
3- Elektriğin Magnetik Etkisi Üstünden elektrik akımı geçen bir iletkenin çevresinde bir magnetik alan doğar. Bu alan Dünya'nın magnetik alanı gibidir. Etki alan içindeki pusulayı saptırır.Bir bobinden elektrik akımı geçince magnetik alan doğar. İçi boş bir bobinden akımgeçirip ortasına yumuşak demir tutarsak bobinin demiri çektiğini görürüz.Bu özellikten telgrafta, elektrik zilinde, otomatik kontrol ve ölçü aletlerinde yararlanılır. Elektrik zili bir bobin ve karşısına konmuş bir çelik paletten ibarettir. Bobinden alternatif akım geçirilir.Bobin paleti çeker, bu sefer akım kesilir, palet geri gider. Bu olay büyük bir hızla tekrarlanır. Palete bağlı bir küre de zilin çanına çarpar, böylece zil çalar. Dönen makinelerin çalıştırılmasında çok kullanılan elektrik motorları da elektrik akımının çevresinde yarattığı magnetik alanda yararlanarak çalışırlar.

DİZANTERİ NEDİR NASIL BULAŞIR ?

Dizanteri kanlı ve sancılı ishal ve önemli belirtilerini kalın bağırsakta gösteren bir hastalıktır. Hastalık etmeni bakımından  iki türlü dizanteri vardır: A) Basilli dizanteri, B) Amipli dizanteri. Etmenleri değişik olmakla beraber, iki dizanterinin genel karakterleri aynıdır. İkisi de bulaşıcı bir hastalıktır ve organizmadaki belirtileri aynıdır. Basilli dizanteriyi yapan mikroplar, çomak şeklinde ufak mikroplardır. <<Schiga basili>> adı ile bilinirler. Sağla insana ağız yolu ile girer ve ide, ince bağırsak yolu ile geçerek kalın bağırsaklarda yerleşir. Mikrobun alınmasından sonra bir hafta içinde hastalık belirtileri görülür. Çok geçmeden hastalarda ishal başlar. İshalin içinde zaman geçtikçe kan ve sümük gibi maddeler yer alır. Günde 20-30 defa dışarı çıkan hasta görülebilir. Hasta, devam eden derin halsizlik içinde yatağa düşer. Az zamanda çok su kaybı ve şiddetli zayıflık, ölüme sebep olabilir. Basiller, kalın bağırsakların iç zarında yerleşir. Bu yerleşmenin yaygın olması halinde dizanterinin en tehlikeli sonucu olan bağırsak delinmeleri meydana gelir.    Devamlı hekim kontrolü ile, tehlikesi pek kalmamış olan bir hastalık özelliğindedir. Amipli dizanteri, etmeni, <<entamoeba histolitlca>>
adlı tek hücreli bir canlıdır.Çeşitli besin maddeleriyle ağızdan girerek kalın bağırsaklarda yerleşir. Etmen alındıktan sonra, bir kuluçka devresi geçince hastalık belirtileri görülür. Basilli dizanterinin aksine, sinsi ve gürültüsüz bir şekilde başlar. Hastada kırıklık, halsizlik, iştahsızlık ve hazımsızlık gibi sıkıntılar baş gösterir. Birkaç gün sonra karın ağrıları, ıkıntı ve burkuntuyla birlikte kan ve sümük çıkar. Ateş yoktur, dışarı çıkma, yirmi dört saatte 10 defayı geçmez. Zamanında teşhis ve tedavi yapılmazsa çok uzun zaman devam eden bir hastalıktır. Bu hastalık devamlı hekim kontrolü gerektiren bir hastalıktır.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

FERMAN NEDİR OSMANLIDA NASIL DÜZENLENİRDİ ?

 Eskiden padişahlar tarafından verilen yazılı emir. Fermanlar, her hangi bir işin yapılması, bir kimseye valilik, serdarlık gibi büyük vazifelerin, nişan, rütbe ve çeşitli imtiyazların verilmesi
üzerine tanzim olunurdu. Fermanlar, <<divani>> denen yazı ile yazılır ve başlarında padişahın <<tuğrayı hümayun>> denen tuğrası bulunurdu. Bir ferman şu şekilde düzenlenirdi:
1- Ferman kelimesi yazılır, 2-Fermanın çıkarıldığı kimsenin adı, 3- Fermanın amacı, ne için verildiği, emredilen işin özelliği bulunur, 4- Bu işin yapılması için dua ve övgülü sözler ya da gerekli tehdit cümleleri bulunur, 5- Sonunda padişahın tuğra ve imzasına güvenilmesi bildirilir, 6- En altında da verildiği tarih ve gönderildiği yer yazılırdı.

ALÜMİNYUM NEDİR NASIL ELDE EDİLİR

Alüminyum kimyasal bir eleman, Sembolü AI , değerliliği 3, atom ağırlığı 26,97 ve atom numarası 13'tür. Gümüş gibi beyaz renkte ve hafif bir elemandır. Demire göre 8 defa hafiftir. 1800 derecede kaynar. Dış yüzeyi, hava ile temasta olduğu için bir oksit tabakası ile kaplıdır. Yüzeyinin mavimtrak beyaz bir renk almasını sağlayan bir tabaka ile havaya karşı dayanıklılığı artmıştır. Nitrik asitten başka bütün anorganik asitklerle bazlar etki eder; organik asitlerin hemen hiç etkisi yoktur. Isı ve elektriği iletir. Alüminyum yer kabuğunun yapısında % 8 oranında oksit ve silikat bileşikleri halinde bulunur. Miktar bakımından oksijen ve silisyumdan sonra üçüncü gelir. Alüminyum boksitten elde edilir. Boksit, kırılıp parçalandıktan sonra küreli değirmenlerde öğütülür, kireç taşı ve soda ile karıştırılarak akkor haline getirilir. Bu kütle dışarıya çıkarılarak soğutulur ve ince toz halinde öğütülür. Bundan sonra sıcak su ile muamele edilir, bu sırada sodyum aluminat suda erir. Eriyik kırmızı çamur adı verilen kalıntıdan süzüldükten sonra karıştırıcıya gönderilir. Süzülme sonunda elde edilen alüminyum hidroksit, kalsinasyon fırınında saf, beyaz alüminyum oksit haline getirilir. Ergimiş olan alüminyum oksit'in yüksek fırınlarda elektrolizi ile alüminyum elde edilmiş olur. İlk defa 1827 de
Friedrich Wöhler tarafından alüminyum klorürün potasyum ile muamelesinden gri bir toz halinde elde edilen,
teknikte çok kullanılan bir eleman olmuştur. Fakat saf halde fazla dayanıklı olmadığı için, teknikte kendisi kadar hafif alaşımları kullanılmaktadır. İlk defa alaşımları 1890 da zeplin, 1916 da uçakların yapılmasında kullanılmıştır. Alüminyum'a başka metallerin karışması ile meydana gelen hafif, kolay işlenir ve kimyasal etkilere dayanıklı alaşımlar arasında yer almaktadır. Alaşımlarının en önemlileri şunlardır: Alüminyum bronzu, içinde %90 bakır bulunan alaşımdır. Aşınmaya dayanıklı olduğundan kimya endüstrisinde, gemi ve makina sanayinde kullanılır. Alüminyum çeliği, içinde %5 oranında alüminyum bulunan bir alaşımdır. Dinamolar, dişliler yapımında kullanılmaktadır. Alüminyum malgaması, Alüminyum civa alaşımıdır. Organik kimyada çok kullanılmaktadır.

SABUN NEYE DENİR NASIL YAPILIR

Kirli ve yağlı şeyleri temizlemek üzere kullanılan bir madde olan Sabun, yağ asitlerinin sodyum, potasyum ve amonyum'la meydana getirdiği tuzlar'dır. Yalnız, her yağ asidinin tuzuna sabun denmez, oleik, stearik ve palmitik asitler gibi asitlerin alkali metallerle yaptıkları tuzlara ya da reçine tuzlarına sabun denir. Bu asitlerin, öbür maddelerle yaptıkları tuzların bir kısmı, suda erimediği için sabun gibi kullanılmaz. Sabunun, temizleme işinde, fiziksel ve kimyasal olmak üzere iki görevi vardır. Suda eriyen sabun, su ile birleşerek yağ asidi ve baz meydana getirir. Yağ asidi çok ince koloidal parçalar halinde sabun köpüğünü meydana getirir. Bu köpük absorpsiyon  özelliğinden dolayı, ufak kir parçalarını çamaşırdan ve deriden koparır, kirli sabun köpüğü halinde su ile akıp gider. Bu sabunun "fiziksel temizlemesidir." Açığa çıkan baz ise özellikle ılık su ile çamaşır ve derindeki yağları sabun haline koyar ve temizler. Bu da "kimyasal temizleme" dir. Fabrikalarda sabun, sabunun esas maddesi , fabrikanın büyüklüğüne göre, 5-10 tonluk kazanlarda kaynatılarak yapılır. Kazan maden kömürü, talaş ve zeytin posası yakılarak ısıtılır. Onlar kaynarken sulu maden tuzları eriyikleri katılır. Isının etkisiyle sabonifikasyon başlar, yağ asidi ile gliserin ayrılır; yağ asidi maden tuzuyla birleşir organik tuz haline gelir. Bu organik tuz, sabundur. Kazandaki sabun içinde gliserin'e tuz eriği katınca gliserin dibe çöker, koni biçimindeki kazanın dibinde musluk açılıp gliserin boşaltılır. Sabun iyice temizlenmek için birkaç sefer yıkatılıp soğutulur. Bu iş bazen 2-3 hafta sürer. Sonra pervaneli kazanlara konur burada hafif hafif dökülerek önce ısıtılır, sonra soğutulur. Sabuna dökülürken istenirse boya ya da koku atılır. Bu iş, kazana suda kolayca eriyen bir boya ile renklendirilmiş su ya da kokulu sular akıtmak suretiyle yapılır. Sabun bulamacı döküldükten sonra birinci soğuma kalıplarına dökülür. Burada soğurken küçülür. Yumuşak halde kolayca kalıptan çıkar, sonra ikinci kalıplara konur. Burada cendere ile sıkıştırılarak istenen şekil verilir

BUMERANG NEDİR NASIL FIRLATILIR ?

  Bumerang, tarihin en eski ve en ilginç silahlarından biridir. Bumerang tahtadan yapılmış, kıvrık bir fırlatma sopasıdır. Havaya fırlatıldığında, geniş bir çember çizer ve atıcıya geri döner. Avustralya Yerlileri ve Arizona'daki Hopiler'den başka Kuzeydoğu Afrika ve Güney Hindistan'da da özellikle avlanma amacıyla kullanılır. Bumerangların iki türü vardır: Atıcıya geri dönen ve dönmeyen. Geri dönmeyen bumeranglar geri dönenlerden daha uzun, daha ağır ve daha düzdür. Av sırasında hayvanları, savaşta da düşmanı ağır biçimde yaralayabilir, hatta öldürebilir. Geri dönen bumeranglar oyun amacıyla kullanılır. Geri dönmeli bumerang 30-75 cm uzunluğunda sert ve hafif bir tahtadan yapılmıştır. Kenarlarının açısı 90 derece- 120 derece arasında değişir. Bir yüzü yassı, öbür yüzü şişkincedir. Bu özelliklerinden dolayı, fırlatıldığında kendine özgü bir çevrim hareketiyle havada uçar ve atıcısına geri gelir. Avustralyalı yerlilerin fırlattığı bumerang, önce düz bir doğrultuda yaklaşık 30 metre çapında bir çember çizer ve atıcısına geri döner. Yere çarparak fırlatılırsa büyük bir hızla yukarı sıçrar, havada geniş bir çember çizerek geri döner.
Bumerang düz arka yüzü dışa dönük olarak, sağ elle bir ucundan tutulur, öbür ucu yukarıya dönük biçimde, yere dikey durmalıdır. Yüz rüzgara dönük olmalı ve bumerang hafifçe sağa yatırılmalıdır. 25 metre uzaklıkta ve yerden yaklaşık 5 metre yüksekte bulunan bir noktaya nişan alınır. Fırlatılırken, sert bir bilek hareketiyle
bumeranga hız kazandırmak gerekir. Bumerang, zararsız görünümüne karşın dikkatsiz kullanılırsa, birine çarparak ağır biçimde yaralayabilir. Bu nedenle bumerangı çevrede kimsenin bulunmadığı, açık bir arazide denemekte yarar vardır.

20 Ağustos 2013 Salı

AVİZEAĞACI BİTKİSİ NEDİR NERELERDE YETİŞİR ?

  Avizeağacı dünyanın bütün ılıman iklimli bölgelerinde ve yurdumuzda süs bitkisi olarak insan eliyle yetiştirilir. Oysa bu gösterişli çiçekli bitkiler Kuzey Amerika'nın güneyinde, Meksika, Orta Amerika ve Batı Hint Adalarında kendiliğinden yetişir. Yucca cinsini oluşturan avizeağaçlarının 40 kadar türü vardır. Bu türlerden bazıları gövdesizdir ve doğrudan toprak düzeyinden çıkan kılıç gibi ince uzun yapraklar büyük bir demet oluşturur. Bazı türlerde ise bitkinin gövdesi 12 metreye kadar uzayabilir. Avizeağacının çiçekleri çan biçiminde ve beyazdır. Çiçek tozları rüzgarla sürüklenip taşınamayacak kadar nemli olduğundan, bitkinin tozlaşmasına ve döllenmesine avizeağacı güvesi denen bir böcek aracılık eder. Dişi güve de bu hizmetine karşılık yumurtalarını çiçeklerin içinne bırakır. Bu nedenle, üreyebilmek için her ikisi de birbirine bağımlı olan bitki ile böcek arasında gerçek bir dayanışma vardır. Birçok avizeağacı türünden ip ve halat yapımına elverişli lif elde edilir. Bazı türlerin sulu meyveleri yenir, bazılarının da temizleyici maddeler içeren tohum kılıfları sabun yerine kullanılır.

EVRENSEL ÇEKİM YASASI ve ÖNEMLİ SONUCU NELERDİR ?

Newton'un aynalı teleskopu geliştirmesi astronomi açısından çok önemliydi, ama evrensel çekim yasasını bulması bundan çok daha önemlidir. Bu yasa, evrendeki bütün canlı ve cansız varlıklar arasında karşılıklı bir çekim kuvveti olduğunu açıklıyordu. Evrensel çekim yasası gezegenlerin hareketine ilişkin Kepler yasalarına tam bir açıklık getirdiği gibi, bu yasalar ile gözlem sonuçları arasındaki bazı tutarsızlıkları da açıkladı. Fırlatılan bir cismin ya da dalından kopan bir elmanın neden havada kalmayıp yere düştüğü de gene bu yasanın açıklayabildiği bir olgudur. Newton'un çekim yasası, eskiçağlardan beri bilinen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenleri ile kendi gezegenimiz olan Dünya dışında iki yeni gezegenin daha keşfine yol açtı. Yedinci gezegen olan Uranüs'ü Almanya'da doğup İngiltere'de yaşayan ünlü astronom ve teleskop yapımcısı Sir Wiliam Herschel 1781'de bulmuştu. Sonradan Uranüs'ün yörüngedeki hareketinde Newton yasalarına uymayan bazı düzensizlikler saptandı. Bunun tek açıklaması, Uranüs'ün ötesinde, onun hareketlerini etkileyen başka bir gezegenin bulunmasıydı. İngiliz John Couch Adams ile Fransız Urbain Le Verrier birbirlerinin çalışmalarından habersiz olarak bu konuya el attılar ve Uranüs'ü bu düzeyde etkileyebilmesi için yeni gezegenin nerede bulunması gerektiğini ayrı ayrı hesapladılar. 1846'da Alman astronom Johann Galle, teleskopunu Adams ve Le Verrier'nin belirttikleri noktaya çevirdi ve Neptün adı verilen sekizinci gezegeni buldu.Bir süre sonra Neptün'ün de Newton yasasına taam uygun olarak hareket etmediği anlaşıldı. Bu düzensizliğin sorumlusu da gene yeni bir gezegendi. Plüton olarak adlandırılan bu dokuzuncu gezegeni 1930'da ABD'li astronom Clyde Tombaugh buldu. Newton'un evrensel çekim yasasının çok önemli başka sonuçları da oldu. Merkür gezegeninin hareketinde Newton yasasına uymayan hafif bir sapma belirlenmiş ve neden ileri geldiği bir türlü açıklanamamıştı. Le Verrier, Merkür ile Güneş arasında başka bir gezegenin bulunabileceğini öne sürdü, ama böyle bir gezegenin varlığı saptanamadı. Bu olayın açıklaması 1915'te, büyük Alman bilgini Albert Einstein'ın çekim yasasıyla yapılabildi. Einstein'ın " Görelilik Kuramı'nın" bir parçası olan bu yasa, Merkür'den yansıyan ışık ışınlarının Güneş'in yakınından geçerken sapmaya uğradığını ortaya koymuştu. Bu sapma nedeniyle gezegen , bulunduğu gerçek noktadan daha farklı bir yerdeymiş gibi görünüyordu. Einstein enerji ile kütlenin eşdeğerli olduğunu kanıtlayarak, bir enerji türü olan ışık ışınlarının da Güneş'in çekim kuvvetiyle doğrultu değiştireceğini açıkladı.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

ASİT NEDİR YARARLIMIDIR ? BİTKİLERDE ASİT VARMIDIR ?

Asitler bütün kimyasal maddelerin hem en yararlısı hemde en tehlikeli olanlarından sayılır. Derişik hidroklorik asit öldürücü bir zehirdir; ama mide özsuyunda bir miktar seyreltik hidroklorik asit bulunmasaydı besinler yeterince sindirilemezdi. Asit terimi "ekşi" anlamındaki Latince bir sözcükten türetilmiştir., çünkü bu bileşiklerden çoğunun tadı ekşidir. Bu yüzden eski çağlarda insanlar asitleri tadına bakarak ayırt eder, örneğin sirkenin tipik bir asit olduğunu bilirlerdi. Kimyacılar ise tanımadıkları bir sıvının asit olup olmadığını anlamak için  turnusol denen boyar maddelerden yararlanırlar. Liken türü bitkilerden elde edilen bu boyar maddelerden, asit ve baz yapısındaki maddeleri tanıyıp ayırt etmeye yarayan birer belirteç ya da ayıraçtır. Mavi renkte turnusol çözeltisi emdirilmiş bir kağıt (turnusol kâğıdı ) bir aside batırıldığı zaman rengi kırmızıya döner. Asitleri tanımanın bir yolu da bu maddelerin içine element halinde magnezyum ya da sodyum karbonat (çamaşır sodası) karıştırmaktır, bu maddelerin ikisi de asitlerde çözülürken tıpkı bir gazoz gibi köpürür. Eskiden bütün asitlerin  bileşiminde oksijen bulunduğu sanılıyordu. Hatta " asit yapıcı " anlamındaki oksijen adı da bu düşünceden doğmuştu. Sonradan bütün asitlerdeki ortak elementin oksijen değil hidrojen olduğu ve asitler ile metaller tepkimeye girdiğinde, asitteki hidrojenin serbest kalarak açığa çıktığı anlaşıldı. Derişik, yani sulandırılmış asitler son derece tehlikelidir; hatta seyreltik asitleri bile çok dikkatli kullanmak gerekir. Örneğin sülfürik, nitrik ve hidroklorik asit gibi sıvı ya da sulu çözelti halindeki asitler çok yakıcı ve aşındırıcı olduğundan, kullanırken bu maddelerin deriye ve giysilere sıçramamasına özen gösterilmelidir. Buna karşılık katı halde bulunan asitlerin yakıcılık ve aşındırıcılık özelliği bu kadar kuvvetli değildir. Aşındırıcılığın yalnızca asitlere özgü bir özellik olmadığınıda belirtmek gerekir. Sodyum hidroksit (sudkostik) aşındırıcı ve yakıcı bir madde olduğu halde bir asit değil, sulu çözelti halinde bulunan bir baz, yani bir alkalidir.Kimyasal olarak
birbirinin karşıtı olan asitler ile bazlar arasındaki tepkimelere "nötrleşme" ya da  "yansızlaşma" tepkimesi denir. Böyle bir tepkimenin sonucunda tuz denen bir bileşik ile su oluşur. Bazı asitler ağır yanıklara yol açarken bazıları yalnızca ağrı verir. Örneğin karınca ve arı gibi böceklerin ya da ısırganotu gibi bitkilerin salgıları ağrı verici asitlerdir. Öte yandan bazı asitlerin öldürücü bir zehir olmasına karşılık bazıları zararsız, hatta meyve asitleri gibi tadı ve kokusu hoş maddelerdir. Bu gruptaki asitlerin çoğu, doğal olarak bulundukları maddenin ya da meyvenin Latince adıyla anılır.  Sirkedeki asetik asit latince sirke ya da  ekşi anlamındaki acetum sözcüğünden, hem elmadaki malik asit elmanın latince adı olan malum'dan, portakal,limon ve turunçtaki sitrik asit ise bu turunçgillerin adı olan citrus sözcüğünden türetilmiştir. Üzümde de, şarap dinlendirilen fıçılarda krem tartar biçiminde çökelen ve kabartma tozu yapımında kullanılan tartarik asit bulunur. Biitki ve hayvanlardan elde edilen asitlere organik asitler denir. Ama bu asitlerin hepsi yukarıda anılan meyve asitleri gibi zararsız maddeler değildir. Kuzukulağında, raventte ve bazı başka bitkilerde bulunan oksalik asit oldukça zehirlidir. Acıbademde ve şeftali çekirdeğinde az miktarda bulunan prusik asit ise siyanür içerdiği için çok kuvvetli bir zehirdir. İnorganik ya da mineral asitler arasında en önemlileri, sanayi kimyasının temel maddeleri
olan sülfürik, hidroklorik ve nitrik asitlerdir. Kimyacılar bugüne kadar yüzlerce asidi tanımlamış ve bunlardan çoğunu, hatta bitkilerde bulunan organik asitleri bile laboratuvarda yapay olarak üretmeyi başarmışlardır. İnorganik asitler, özellikle sülfürik, hidroklorik ve nitrik asitler sanayide büyük ölçüde üretilir ve tüketilir.
Sülfürik asit gübre, pil, patlayıcı ve plastik maddelerin yapımında çok kullanılır. Kezzap adıyla bilinen nitrik asit ise patlayıcı madde, ilaç ve boya sanayilerinin temel maddelerinden biridir.

CÜZAM HASTALIĞININ BELİRTİLERİ NELERDİR ?

cuzzam-nedirCüzam, deride, kol, bacak ve yüz sinirlerinde, burunda ve vücudun öbür bölümlerinde ağır doku bozukluklarına yol açan bir hastalıktır. Lepra ya da Hansen hastalığı olarak da bilinen cüzamın etkeni Mycobacterium leprae denen, çomak biçiminde bir bakteri yani basildir. Bu hastalığa yakalananların derisinde şişkin yumrular oluştuğu için özellikle yüzün görüntüsü çok bozulur. Hastalık sinirleri de etkilediğinden, özellikle kol ve bacaklardaki duyu yitimi nedeniyle hastalar derilerine sivri uçlu bir şey batırılsa ya da ateş tutulsa bile hiç ağrı duymazlar. Kasları zayıflayıp güçsüz düştüğü için de hareket yetenekleri iyice azalır. Gerek bu kas zayıflığından doğan tembellik, gerek dış etkenlere tepki vermeyi engelleyen duyu yitimi nedeniyle cüzam eski çağlarda " miskin hastalığı" olarak anılmıştır. Cüzam bir bakteriden ileri geldiği için bulaşıcı bir hastalıktır. Ama öbür mikrobik hastalıklar gibi dokunmayla ya da tükürük yoluyla kolay kolay bulaşmaz. Sağlıklı bir insanın cüzama yakalanması için hastaların arasında uzun yıllar yaşaması ve yakın temasta olması gerekir. Hastalığın ağır ya da hafif geçmesi kişinin cüzam mikrobuna göstereceği dirence bağlıdır. Hastalığın hafif biçimi, deride beliren ve kendi kendine iyileşen yaralardan öteye geçmez. Ama yeterince dirençli olmayan kişiler hastalığa yakalanır ve düzenli bir tedavi görmezlerse, zamanla kolları ve bacakları sertleşir, el ve ayakları pençe biçimini alabilir. Duyu yitimi nedeniyle hastanın hiç farkına varmadan kendini yakması ya da bir yerini kesmesi tehlikesi vardır. Cüzamlılarda görülen biçim bozukluklarının çoğu da aslında bu tür kazalardan ileri gelir. Cüzam çok ender olarak ölümle sonuçlanan bir hastalıktır; ama tedavi edilmeyen kronik hastalarda daha ağır ve ölümcül hastalıklara yakalanma olasılığını
artırır. Günümüzde cüzam ilaçla tedavi edilebilen bir hastalıktır. Tedavinin uzun sürmesi ve ilaçlarının pahalı olması, dünyanın yoksul ülkelerinde hastalığın tümüyle önlenmesini geciktirmektedir.

MUHAMMED ALİ CİNNAH KİMDİR ? YAŞAMI

 Hindistanlı bir siyaset adamı olan Muhammed Ali Cinnah , 1876 yılında doğdu. Pakistan'ın kurucusu ve ilk genel valisidir. Hindistan Yarımadası'nın Hindistan ve Pakistan olarak iki devlete bölünmesinin İngiltere'ye kabul ettirilmesi hemen hemen tümüyle onun çabalarının sonucudur. Cinnah, Karaçi'de varlıklı bir tüccarın oğlu olarak dünyaya geldi. Londra'da hukuk öğrenimi gördü. Bombay'da 10 yıl avukatlık yaptıktan sonra siyasete atıldı. Önce Hindistan Ulusal Kongresi'ni (INC/ Kongre Partisi) destekledi, sonra Tüm Hint Müslümanları Birliği'ne katıldı. İngiliz egemenliğine son vermek için Hindular ile Müslümanların siyasal birlik kurmalarının gerekliliğini savundu. Gandhi'nin katı Hindu tutumuna karşı olmakla birlikte ve birçok dinsel çatışmaya karşın, iki tarafın işbirliğini sağlama yolundaki çabalarını sürdürdü. Sonunda düş kırıklığına uğrayarak İngiltere'ye döndü ve 1930-35 arasında Londra'da yaşadı. Kongre Partisi 1937 seçimlerinde Müslümanlar Birliği'ni ezici bir çoğunlukla yendi ve Müslümanlar yerel yönetimlerin dışında bırakıldı. Oyuna geldiğini düşünen Cinnah, Müslüman milliyetçiliği hareketini başlattı. Onunu önderliğindeki Müslüman Birliği ayrı bir İslam devletinin kurulmasını istedi. Hindu liderler Gandhi  ve Nehru gibi İngiliz hükümeti'de bölünmenin karşısındaydı. Buna karşın yeni İslam devleti Pakistan 1947'de kuruldu ve Cinnah ilk devlet başkanı oldu. Keşmir konusunda Hindistan ile çıkan sürtüşmede, var gücüyle Pakistanın görüşlerini savundu. 1948 yılında öldü.

18 Ağustos 2013 Pazar

ATTİLA (BÜYÜK HUN İMPARATORU) KİMDİR HAYATI

 (400-453), yaşamı söylencelere ve edebiyat yapıtlarına konu olmuş Attila,Büyük Hun İmparatorudur. 434'te ağabeyi Bleda ile birlikte başa geçtiğinde Hun İmparatorluğu Orta Avrupa'nın geniş bir bölümüne egemendi. İki kardeşin hükümdar oldukları dönemde Bizans, Tuna boylarının orta kesimlerini Hunlar'a bırakarak ödediği yıllık vergiyi iki katına çıkarmak zorunda kalmıştı. Attila ve ağabeyinin ortaklaşa hükümdarlıkları 445 yılına kadar sürdü. Bleda'nın bu tarihte ölümünden sonra hükümdarlık tek başına Attila'ya kaldı. Attila, Bizans ve Batı Roma İmparatorluğu'nu egemenliği altına alarak büyük bir devlet kurmak istiyordu. Bu amaçla önce Bizans üzerine yürüyerek 447'de başkent Konstantinopolis kapılarına dayandı. Bu durum karşısında telaşa kapılan ve savaşın sona ermesini isteyen Bizans, Attila'nın tüm koşullarını kabul eden bir anlaşma imzaladı. Attila Bizans'la savaştığı sürece Batı Roma İmparatorluğu ile dostça ilişkiler içindeydi. Ama Bizans sınırını güven altına aldıj-ktan sonra savaş için bahaneler arayan Attila bu dostça ilişkileri giderek bozmaya başladı. Attila görünüşte dostluğu sürdürmesine karşın Batı Roma İmparatorluğu'nun düşmanlarını desteklemeye, her fırsatta imparatorluğun içişlerine karışmaya başlamıştı. Bu sırada Batı Roma İmparatorunun kız kardeşi Honoria Attila'ya yüzüğünü göndererek onunla evlenmek istediğini bildirdi. Bu fırsatı kaçırmayan Attila, Honoria'yı eşi ilan ederek Batı Roma İmparatorluğu'nun yarısını çeyiz olarak istedi. Bu isteği geri çevrilince de Ren Irmağı'nı aşarak Galya'ya girdi. Geçtiği ülkeleri talan ediyor; bu ülke halkları ya Attila'nın önünden kaçıyor ya da gelip onun ordusuna katılıyordu. Orleans kentini ele geçirmek üzere olduğu sırada Bato Romalı komutan Aetius Romalılar'dan ve Roma'nın bağlaşığı olan Vizigotlar ile bazı Barbar kabilelerinden oluşan çok güçlü bir orduyla Attila'nın üzerine yürüdü. Catalaunum Ovası'nda şiddetli bir savaş oldu. İki ordu da büyük kayıplar verdi; ama kesin bir sonuç alınamadı. Geri çekilen Attila kısa bir süre sonra Galya'dan ayrıldı. 452'de Attila bu kez de İtalya üzerine bir sefer düzenledi. Kuzey İtalya'nın birçok kentini talan ederek Roma'ya yöneldi. Büyük bir korku ve telaş içine düşen Romalılar Papa II. Leo'yu Attila'ya elçi olarak gönderdiler.Papa, Attila'yı anlaşma imzalamaya ikna etti. Ülkesine geri dönen Attila ertesi yıl evlendi ve düğün gecesinin sabahında yatağında ölü olarak bulundu.Büyük bir komutan ve fatih olan Attila düşmanlarına karşı acımazsızlığından ötürü Avrupa'nın korkulu rüyası olmuştu. Çeşitli belgelerden anlaşıldığına göre Attila kısa boylu, geniş omuzlu, kır sakallıydı. Gururlu olmasına karşılık çok sade bir yaşam sürerdi. Savaşçı ve yıkıcı bir hükümdar olarak tanınmıştı ama insanlığın yarattığı güzelliklere de önem verir, saygı duyardı.Ele geçirdiği kentlerdeki değerli yapıtların yakılıp, yıkılmasına izin vermezdi. Attila'nın İtalya'dan İzlanda'ya kadar bütün Avrupa'da efsaneleşen yaşamı çeşitli sanat yapıtlarına da  konu olmuştur.

AVURDUKESELİ NEDİR NERELERDE YAŞARLAR ?

Avurtlarındaki, yani yanaklarının içindeki özel keselerde yiyecek depolayan birçok küçük kemirici hayvana avurdukeseli denir. Amerika kıtasında yaşayan ve Geomydiae familyasını oluşturan bu hayvanların en yaygın cinsleri Geomys ve Thomomys'tir. Yaklaşık 23 cm. uzunluğunda, sivri burunlu, ince ve tüysüz kuyruklu, tombul gövdeli hayvanlar olan avurdukeseliler biraz kemeyi andırır. Yalnız kemeden farklı olarak ön ayaklarında toprağı kazmaya yarayan uzun tırnaklar vardır. Avurdukeselilerin yanaklarındaki içi kürkle kaplı, cep gibi keseler birer delikle ağzın dışına açılır. Hayvan bu keselere doldurduğu bitki köklerini ve başka yiyecekleri yuvasına taşıyarak kışın yemek üzere depolar. Yuvası ve yiyecek deposu genellikle toprağın birkaç metre altındadır. Ama yiyecek aramak için kazdığı çukurlar toprak yüzeyine çok yakındır. Çukurlardan çıkarıp bir yana yığdığı topraklar küçük tepecikler oluşturur. Avurdukeselilerin bol bulunduğu yörelerde bu çukurlar ve tepecikler geniş bir alana yayılıp toprağı delik deşik ederek tahılların ve ağaçların ölümüne yol açar.Toprak altındaki yuvalarda yaşayan bütün öbür hayvanlar gibi avurdukeselilerin de görme duyusu körelmiştir. Bu yüzden ürkek bir hayvandır ve yiyecek aramak için çıktığı kısa gece gezintileri dışında yuvasından pek ayrılmaz. Bu zararlı hayvanın yaşadığı başlıca bölgeler ABD'nin güneyi ve batısı ile Orta Amerika'dır. ABD'nin özellikle Minnesota eyaletinde çok sayıda avurdukeseli yaşar.

VERTİGO NEDİR ? BELİRTİLERİ NELERDİR.

Toplum içinde iç kulak kristallerinin yerinden oynaması olarak bilinen ; Benign Pozisyonel Paroksismal Vertigo  (BPPV) başın pozisyonuyla aniden başlayan, kısa süren ve tüm dünyanın başınıza yıkılması gibi bir his veren baş dönmesi halidir. İç kulak bir denge organıdır. Buradaki kanallarda gözle görülmeyecek kadar küçük, kum tanesi gibi partiküller vardır. Darbe, uzun süreli yolculuk, geçirilmiş üst solunum yolu enfeksiyon- ları gibi birçok nedenle bu kristaller yerinden oynar ve denge sistemini uyarır.Bazı baş hareketlerinde bu kristaller yer değiştirerek, baş dönmesi atağına neden olur. İç kulak kristallerinin oynamasıyla oluşan baş dönmesi tüm baş dönmelerinin yüzde 30'unu oluşturmaktadır. Baş dönmeleri içerisinde en sık görülenidir. Bütün yaş grublarını etkileyen ve bu kadar yaygın bir hastalık olmakla birlikte ülkemizde hala yeterince tanınmamakta ve hastalara gereksiz tedaviler uygulanmaktadır. Ani başlayan ve saniyeler süren siddetli baş dönmesine; hızlı göz hareketleri, bulantı, kusma,çarpıntı, terleme gibi belirtileri bulunur.Doğru tanı ve tedavi için şikayetler ortaya çıkar çıkmaz bir kulak Burun boğaz uzmanına görülmesinde faydası vardır.

15 Ağustos 2013 Perşembe

ASETİLEN (ETİN) NEDİR NERELERDE KULLANILIR ?

Asetilen "etin" kolayca alev alan renksiz bir gazdır. Havada oldukça isli ve sarı bir alevle yandığı halde oksijenle karıştırıldığı zaman göz kamaştıracak kadar parlak, akkor halinde bir alev verir. Saf asetilen hafif eter kokusunda dır; ama saf olmayan ticari asetilen, içindeki katışkılar nedeniyle sarımsak gibi kokar. Asetilen'i 1836'da Sir Humphry Davy'nin yeğeni Edmund Davy bulmuştur. Bu bileşik önceleri kalsiyum karbürün suyla tepkimeye sokulmasıyla elde ediliyordu. Basit asetilen üreteçlerinde de kalsiyum karbür üzerine su damlatılarak bu yöntem uygulanır. Örneğin deniz fenerlerindeki basit asetilen üreteçleri çok büyük çapta olduğundan, kalsiyum karbür ve su eklemeye gerek kalmadan aylarca çalışabilir. Ama, kireç taşı ile kok kömürünün elektrik fırınında ısıtılmasıyla elde edilen kalsiyum karbürün üretimi çok pahalıdır. Bu yüzden, asetilen bugün daha çok petrolün yüksek sıcaklık ve basınç altında parçalanmasıyla (kraking yöntemiyle) elde edilir. Asetilen basınç altında tutulduğunda patlayarak bileşenlerine ayrılır ve bu patlama sırasında büyük bir ısı açığa çıkar. Elektrikle aydınlatma çağının başlamasından önceki yıllarda, kolayca tutuştuğu ve çok parlak bir alevle yandığı için aydınlatmada asetilen kullanılıyordu. İlk bisikletlerin ve otomobillerin farları da asetilen lambalarıyla donatılmıştı. Bugün asetilen lambaları daha çok şamandıralarda, deniz fenerlerinde, bazen gemilerdeki cankurtaran simitlerine de Holmes feneri denen küçük bir aydınlatma aygıtı takılır. Bu aygıt, içinde kalsiyum karbür ve kalsiyum fosfür karışımı bulunan, metalden yapılmış kapalı bir kutudur. Gece olan bir deniz kazasında cankurtaran simitleri denize atılınca bu kutu açılır ve deniz suyunun kutudaki kimyasal maddelerle tepkimeye girmesiyle asetilen ve fosfin (fosforlu hidrojen) gazları açığa çıkar. Fosfin havayla karşılaşınca alev alarak asetilen'i tutuşturur; böylece oluşan duman ve alev de kazaya uğramış kişiye cankurtaran simidinin yerini belli eder.Sanayıde çok kullanılan oksiasetilen hamlaçlarının metalleri kesecek ya da eritecek kadar sıcak olan alevi de asetilen ile oksijenin birleşmesiyle oluşur. Bu hamlaçları besleyen asetilen, patlamaması için propanon denen bir sıvıyla birlikte basınçlı çelik tüplere doldurularak depolanır. Tüpten gelen asetilen gazı ile gene çelik bir tüpte depolanmış olan oksijen gazı özel bir yakıcı'da karıştırılarak yakıldığında, sıcaklığı yaklaşık 3.000 dereceyi bulan akkor halinde bir oksiasetilen alevi oluşur. Bu sıcaklık metalleri eriterek birbirlerine kaynatmaya yetecek kadar yüksek olduğundan, gemi ve uçak yapımındaki kaynak işlerinde hep oksiasetilen hamlacı kullanılır. Oksiasetilen alevi çeliği de kolayca kesebildiği için eski çelik yapıların ve hurda makinelerin parçalanmasında da bu aletten yararlanılır. Oksiasetilen hamlacıyla çalışanlar, gözlerini alevin parlak ışığından ve çıkan ısıdan korunmak için yüzlerine kaynakçı maskesi takarlar. Asetilen'in sanayide'ki en önemli kullanımı plastiklerin üretiminde başlangıç maddesi olması'dır. PVC olarak bilinen ve çok yaygın bir kullanımı olan polivinil klorürün temel bileşeni (vinil klorür), asetilen ile hidroklorik asidin tepkimesiyle elde edilmektedir.

ARSENİK NEDİR NE ZAMAN KEŞFEDİLDİ

Arsenik, biri sarı, öbürü gri kristaller halinde iki ayrı biçimde bulunan kimyasal bir elementtir. Simgesi As, atom numarası 33, atom ağırlığı 74,9216 olan bu element doğada gümüş ve antimon yataklarına yakın yerlerde serbest olarak ya da çeşitli bileşikleri realgar (kırmızı zırnık) ve orpiment (sarı zırnık) gibi arsenik sülfürleri ile arsenik oksitleridir. Ayrıca çeşitli metal sülfürlerinin, özellikle bir demir sülfürü olan arsenopiritin bileşiminde de arseniğe rastlanır. Yumuşak sarı arsenikten daha kararlı olan gri arsenik ısıtıldığı zaman süblimleşir; yani erimeksizin doğrudan buhar haline geçer, buharı soğutulduğunda da sıvılaşmadan yeniden kristalsi katı biçimine döner. Bileşiklerinin İÖ 4. yüzyıldan bu yana bilinmesine karşın arseniğin kimyasal bir element olduğu ancak 1649'da keşfedildi.Arseniğin bileşiklerinin çoğu zehirlidir. Bunlardan bazıları, özellikle arsenik III oksit ile arsenik V oksit ya da arsenik pentoksit sanayi açısından önemli maddelerdir. Arsenik III oksit böcek öldürücü ilaçlarda, cam yapımında ve hayvan derilerinin korunmasında, arsenik pentoksit ise böceklere ve zararlı otlara karşı kullanılan tarım ilaçlarının ve metal yapıştırıcılarının üretiminde kullanılır. Bir arsenik ve hidrojen bileşiği olan arsin, renksiz ve zehirli bir gazdır. Bu nedenle kimyasal silah (savaş gazı) olarak kullanıldığı gibi katkı maddesi olarak yarı iletkenlere de katılır. Arsenik asit, kurşun arsenat ve kalsiyum arsenat ise topraktaki tekhücreli asalakların ve tarım zararlılarının öldürülmesinde kullanılan, tarım açısından önemli bileşiklerdir. Arsenik zehirlenmesi genellikle böcek ve tarım ilaçlarında, yağlıboya, duvar kağıdı ve seramik yapımında kullanılan arsenik bileşiklerinin ağızdan ya da solunum yoluyla alınmasından ileri gelir. Bu bileşiklerin yüksek dozda bir kez alınması ya da küçük dozlar halinde art arda alınması aynı derecede etkilidir. Bu yüzden, özellikle geçen yüzyıllarda arsenikle işlenen cinayetlere çok sık rastlanırdı.

ÇALIKUŞU NEYE DENİR NERELERDE YAŞARLAR ?

  İğne yapraklı ormanlarda yaşayan dört tür ötücü kuşa çalıkuşu denir.Küçük ve yuvarlak gövdeli, kısa gagalı olan çalıkuşları Regulus cinsini oluşturur.Boyları 9 santimetreyi geçmez; tüy renkleri genellikle yeşilimsi gridir. Çalıkuşlarının en belirgin özellikleri tepelerindeki parlak renkli şeritlerdir. Türkiye'de de bulunan iki türden biri olan bayağı çalıkuşu (Regulus regulus) bir Avrasya kuşudur. Türkiye'de başta Karadeniz yöresi olmak üzere kıyı bölgelerindeki iğne yapraklı ormanlarda yaşayan bu kuşun gövdesinin üst bölümleri yeşilimsi, alt bölümleri ise beyaza yakın bir renktedir. Başının tepesinde çevresi ince siyah şeritle çevrili sarı bir leke bulunur. Erkekte sarı lekenin üzerinde kırmızı bir çizgi vardır. Bayağı çalıkuşu çam ve ladin gibi sürekli yeşil kalan ağaçların bulunduğu ormanlık yerlerde yaşar." Ziit ziit é sesi çıkararak tiz bir şakımayla öter. Bütün çalıkuşları gibi bayağı çalıkuşu da yuvasını örümcek ağlarıyla birbirine bağladığı yosunlardan yapıp bir ağaç dalına asar. Yuvanın içini de tüylerle döşer. Dişi genellikle nisanda yuvaya, soluk renkli ve kahverengi benekli 5-10 yumurta bırakır; mayıs ya da  haziranda bir kez daha yumurtlar. Türkiye'de kıyı bölgelerindeki ormanlarda bulunan sürmeli çalıkuşu Avrupa'da ve Batı Asya'da yaşar. Bayağı çalıkuşuna çok benzemekle birlikte gözlerinin hizasında uzanan sürme gibi ince ve kara çizgiyle ondan ayırt edilir. Sürmeli çalıkuşu Türkiye'nin en küçük ve en güzel kuşları arasındadır. Çalıkuşları çiftleşme dönemi dışında, çoğunlukla baştankara ve tırmaşık kuşlarıyla karışarak gruplar oluştururlar. Örümcek, yaprakbiti, sinek ve başka böceklerin yanı sıra böceklerin yumurta ve larvalarını da yerler. Av peşinde daldan dala uçarken kolibriler gibi havada asılı kalabilir ya da bir dala tutunup yarasalar gibi baş aşağı sarkabilirler.

ARTEZYEN KUYUSU NE DEMEKTİR ?

   Bir kuyu kazıldığında, bulunan su genellikle toprağın çok altındadır ve bir tulumbayla ya da uzun bir ipin ucuna bağlı bir kovayla suyu yukarı çekmek gerekir. Ama bazı kuyulardaki su fışkırarak kendiliğinden yüzeye çıkar. Tulumba gerektirmeyen bu tür kuyulara artezyen kuyusu denir. Artezyen kuyuları basınçlı yeraltı sularının bulunduğu yerlerde açılabilir. Suyun fışkırmasını sağlayan basınç, çakıl ya da kum gibi gevşek ve geçirgen bir katmanın sert ve geçirimsiz iki kayaç katmanı arasında sıkışmasından doğar. Ortadaki gevşek katmanda suyu tutabilen boşluklar ya da gözenekler vardır. Daha alttaki geçirimsiz kayaçtan geçemeyen sular bu orta katmanda birikir. Bu üç katman düz ya da yatay durumda olduğunda, yağmur ve eriyen kar suları üstteki geçirimsiz katmandan alttaki kum ya da çakıl katmanına doğru sızamayacağı için yeraltı suları oluşmaz. Bu durum, yere paralel duran boruya yukarıdan su dökmeye benzer; bu koşullarda su borunun içine giremez. Ama borunun bir ucu yukarıya doğru hafifçe kaldıracak olursa, üstteki bu açık uçtan borunun içine su girebilir. Geçirimsiz iki kayaç katmanı ile ortadaki gevşek ya da gözenekli katman için de aynı şey geçerlidir. Bu katmanlar bir tepenin yamaçlarında ya da bir vadinin iki yakasında bulunuyorsa, yağmur ve kar suları orta katmanın tepeye yakın olan ucundan kolayca içeri sızabilir. Bir artezyen kuyusu açmak için, tepenin yamaçlarında ya da vadinin tabanında herhangi bir yer seçilerek, üstteki geçirimsiz katmandan suyun bulunduğu katmana kadar inen bir "sondaj deliği" açılır. Orta katmanda sıkışmış olan su bu basıncın etkisiyle yükselir ve bir çıkış noktası bulduğu için sondaj deliğinden dışarı fışkırır. Fışkıran suyun yüksekliği suyu zorlayan basıncın şiddetine, dolayısıyla kuyunun ağzına doğru yükselen suyun miktarına bağlıdır. Artezyen kuyuları genellikle çok derin olduğu için suları içilebilecek kadar temiz olabilir. Birçok ülkede kentlerin içme suyu büyük ölçüde artezyen kuyularından sağlanmaktadır.
                             

CHAPLIN CHARLIE KİMDİR ? FİLMLERİ NELERDİR.

  1889 yılında Charles Spencer Chaplin Londrada doğdu. "Şarlo adıyla ünlenen Chaplin sinema tarihinde önemli bir film yapımcısı ve büyük bir güldürü ustasıdır.  80'den fazla filmin senaryosunu yazdı, yönetti, yapımcılığını üstlendi ve bu filmlerde rol aldı.Üzerinden düşen pantolonu, melon şapkası ve kıvrık bastonuyla gülünç ve sevimli bir karekter olan "Şarlo" insanları güldüren, güldürürken düşündüren ölümsüz bir kahramandır. Annesi de babası da müzikhol oyuncuları olan  Chaplin, ilk kez beş yaşındayken sahneye çıktı. Çocukluğu yatılı okullarda ve yetimhanelerde geçti. Bu arada gezgin tiyatrolarda geçici işler buldu. 1913 yılında bir İngiliz kumpanyasıyla ABD turnesindeyken, Keystone Kop film şirketinin yapımcısı Mack Sennett onu Keystone stüdyolarıyla çalışmaya razı etti. Chaplin bundan sonra bir daha sahneye dönmedi. 1914'te Sennett için çevirdiği 35 filmden birinde "Şarlo" tipini ortaya çıkardı. Her ülkeden insanı hırpani hali ve sarsak görünüşüyle etkileyen bu karakter öyle başarılı oldu ki, Chaplin kısa bir süre sonra filmlerini kendi yönetmeye başladı.Şarlo Serseri(1915), Şarlo Polis (1917), Şarlo Asker (1918), Yumurcak (1921) ve Altına hucum (1925) gibi pandomim ve mimiğe dayalı sessiz filmlerinde, "Şarlo'yla evrensel bir karekter yarattı. Güldürü öğesini büyük bir başarıyla kullanarak, filmlerine insancıl bir içerik kazandırdı. "Şarlo" karekteri Chaplin'in en büyük filmlerinden ikisinde, bazı bölümleri sesli olan Şehir Işıkları (1931) ve Asri Zamanlar'da (1936) da göründü. Bir aşk öyküsü olan Şehir Işıkları hem gülünç, hem de acıklı sahneleriyle büyük bir başarı kazandı. Sesli film niteliğini daha çok taşıyan Asri Zamanlar çağdaş sanayi toplumu üzerine bir yergidir. Chaplin'in Adolf Hitler'i canlandırdığı, siyasal yergi niteliğindeki Şarlo Diktatör(1940) gerçekleştirdiği ilk sesli filmdi. ABD'de bundan sonra, yalnızca Monsieur Verdoux (1947) ve
Sahne Işıkları (1952) adlı iki film yapabildi. Bu ülkede yaşam Chaplin için giderek güçleşiyordu. ABD'ye karşı etkinlikleri soruşturma komitesince, komünistlikle suçlanması bu ülkede artık kalamıyacağını gösterdi. 1952 yılında eşi Oona ve dokuz çocuğuyla İsviçre'ye göç etti. Bundan sonra ABD'ye yalnızca bir kez, 1972'de Sinema Sanat ve Bilim Akademisi'nin verdiği özel ödülü almak için gitti. 1975'te, Chaplin'e İngiltere'de "sir" unvanı verildi. 1977 yılında öldü.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

AVOKADO MEYVESİ TÜRLERİ VE AĞAÇ ÖZELLİĞİ NEDİR?

 Anayurdu Orta ve Güney Amerika'nın tropik bölgeleri olan tereyağağacının ya da avokado ağacının (Persea americana) meyvesidir. Defnegiller familyasından olan bu ağacın Meksika, Guatemala ve Batı Hint Adaları'nda yetişen başlıca üç çeşidi biçim ve renkte meyveler verir. Amerika'nın tropik bölgelerindeki düzlüklerde yaşayan Yerliler'in gözde yiyeceği olan avokado 16. yüzyılda İspanyollar aracılığıyla Avrupa'ya götürülmüştür. Meyvenin Aztek dilindeki adı olan ahuacatl sözcüğü de İspanyolca'ya aguacate olarak geçmiş ve zamanla bozularak hemen hemen bütün dillere avokado olarak yerleşmiştir. Avokadoların büyüklüğü, biçimi ve rengi ağacın çeşidine göre değişir. Meksika'da yetişen avokadolar ancak bir yumurta büyüklüğündedir, oysa bazı çeşitlerde meyvenin ağırlığı 2 kilogramı bulur. Bazı çeşitlerin meyvesi yuvarlak, bazılarınınki ise armut ya da yumurta biçimindedir. Rengi de yeşil, açık ya da koyu kahverengi ve morumsu siyah arasında değişir. Bazı avokado'lara " timsah armudu" denir, çünkü meyvenin kabuğu kalın ve pürtüklüdür; buna karşılık bazı çeşitlerin kabuğu elma kadar ince ve pürüzsüzdür. Kabuğun altındaki yenen bölüm yeşilimsi sarı renkli, yumuşak, etli, çok yağlı ve besleyicidir; tadı da fıstığı andırır. Meyvenin ortasında büyük bir çekirdek (tohum ) vardır. Avokado bazı ülkelerde daha çok salatalara katılarak yenir, ayrıca çorbalarda ve soslarda tatlandırıcı olarak kullanılır. Avokada ağacının boyu bazen 18-20 metreye ulaşır; iyi bir gölgelik oluşturan sık yaprakları her mevsim yeşil kalır. Bir mevsimde tek bir ağaçtan 3.000 kadar meyve alınır. Ilıman iklim koşullarına gereksinim duyan avokado ağaçları en çok ABD'nin Florida, California ve Hawaii eyaletlerinde yetiştirilir. İkinci büyük üretim merkezi Akdeniz çevresi, bu bölgenin en önemli üreticisi de İsraildir.

AYASOFYA TARİHİ VE ÖZELLİKLERİ

  İstanbul'da Bizans İmparatorluğu zamanında kilise olarak yaptırılan, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u almasıyla camiye dönüştürülen, günümüzde ise müze olarak kullanılan tarihsel yapıdır. Sultanahmet semtinde bugünkü Ayasofya'nın bulunduğu yerde İmparator Constantinus zamanında yapımına başlandığı tahmin edilmektedir. Yapım oğlu II. Constantius döneminde 360'ta tamamlandı. Kentteki öbür kiliselerden büyük olduğu için "Büyük Kilise" adı verilmişti. 5. yüzyıldan sonra Hagia Sophia (Kutsal Bilgelik) adını aldı. Bu ad Türkler'in İstanbul'u almalarından sonra dilimizde Ayasofya'ya dönüştü. Yapılan ilk kilise 404'te bir ayaklanma sırasında, dinsel baskılara başkaldıran halk tarafından yakıldı. II. Theodosios'un 415'te yaptırdığı ikinci kilise ise 532'de çıkan başka bir ayaklanmada kentin büyük bir bölümünün ateşe verilmesi sonucu tümüyle yandı. İlk iki yapı ahşap beşik çatılıydı. İmparator I. Jüstinyen tarafından büyük boyutlarda yaptırılan ve beş yılda tamamlanan bugünkü Ayasofya 537'de açıldı. Mimarları Tralles'li (Aydın) Anthemios ile Miletli İsidoros'tur. Ayasofya'nın yapımında, Marmara ve Eğriboz adaları ile Akdeniz ülkelerinden özenle seçilerek getirilen çeşitli renklerde mermer kullanılmıştır. İmparator I. Jüstinyen yeni tapınağın görkemli bir yapı olmasını istediği kadar depreme ve yangına da dayanıklı olmasını istemişti. Bu nedenle hiç ahşap kullanılmamıştır, kemer ve kubbelerle örtülen yapıda yalnızca tuğla, taş ve mermer gibi yapı malzemelerinden yararlanılmıştır. 558'deki depremde ana kubbesinin yıkılması üzerine daha büyük bir kubbe eski mimar İsidoros'un yeğeni Genç İsidoros tarafından yapıldı ve kilise 562'de açıldı.  Daha sonra gene depremlerden sonra onarım gören Ayasofya'daki değerli eşyalar 1204'te İstanbul'u işgal eden Haçlı ordusunca yağmalandı.
Yapı 70X100 metrelik geniş bir alana kurulmuştur. Fil ayağı denen dört büyük ve kalın sütunun taşıdığı kubbenin çapı yaklaşık 31 metredir. Kubbenin iç yüksekliği ise 55,6 metredir. Zaman zaman yıkılan kubbe birçok kere onarılmıştır. Yapının çökme tehlikesi göstermesi üzerine de dayanak duvarları yapılmıştır. Ayasofyanın giriş kapısı olarak kullanılan güney kapısının üzerinde, kucağında İsa ile tahtta oturan Meryem'in mozaiki görülür. Meryem'in bir yanında İmparator Jüstinyen, öbür yanında İmparator Jüstinyen, öbür yanında kiliseyi yeniden yapan Constantius vardır. Bu mozaikin zemininde altın yaldız, giysilerde renkli camlar, ellerde ve yüzlerde renkli taşlar kullanılmıştır. Ayasofya, mimarlık yönünden olduğu kadar mozaikleriyle de önemlidir. İmparator kapısının üstündeki Yakarış adlı mozaik Ayasofya'dakilerin en ünlüsüdür. Bu mozaikte İsa'nın bir yanında Meryem, öteki yanında ise Vaftizci Yahya resmedilmiştir. Kişilerin yüzlerindeki anlatım ve ayrıntılardaki özeniyle ince bir işçilik ürünü olan bu mozaik resmin bir bölümü zamanla yıpranmıştır. Mihrabın üzerindeki mozaikte ise kucağında İsa ile Meryem yer alır. Yapının birçok yerinde de imparatorluk ailesinden kişilerin mozaik portreleri vardır. Fatih Sultan Mehmed döneminde yapıya bir minare ve yeni bir mihrap eklendi. II. Beyazıd döneminde bir, II. Selim döneminde iki minare daha eklenmiştir. III. Murad döneminde Mimar Sinan eski dayanak duvarlarını yeniden ördürüp, yeni duvarlar ekleterek Ayasofya'yı çökme tehlikesinden kurtardı. Bu sırada imparator kapısının iki yanına Bergama'dan getirilen, Eski Yunan'dan kalma iki küp yerleştirildi. Mihrabın iki yanındaki büyük şamdanlar Kanuni Sultan Süleyman tarafından Budin'den getirilmiştir. Camiye dönüştürüldükten sonra Ayasofya'da, asıl yapısı korunarak bazı değişiklikler yapılmıştır. İnsan figürlü mozaiklere uzun süre dokunulmamış; daha sonra İslam dinince yasak olması nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman döneminde görünmeyecek biçimde badanayla örtülmüştür. IV. Murad döneminde de ince bir işçilikle mermer minber ve büyük kubbenin altında vaiz kürsüsü yapılmıştır. Kubbe yazısını ve her biri 7,5 metre çapındaki dört büyük levhayı ise 19. yüzyılın ünlü hattatı Mustafa İzzet Efendi yazmıştır. Ayasofya en önemli onarımını Sultan Abdülmecid döneminde gördü. 1847-49 yılları arasında büyük kubbe demir çemberlerle sağlamlaştırıldı; mihrap ve minber onarıldı. Kanuni döneminde üstü badanayla, Abdülmecid döneminde ise alçıyla örtülmüş olan mozaikler, 1931-38 yılları arasında temizlenerek yeniden ortaya çıkarıldı. Çevresindeki bahçede Osmanlı padişah ve şehzadelerinin bazılarının türbeleri bulunan Ayasofya 1935 yılında müze olarak düzenlendi.  

12 Ağustos 2013 Pazartesi

GÜNEŞ TUTULMASI NEDİR NASIL OLUR

  Güneş tutulması, dolanımı sırasında tam Dünya ile Güneş arasındaki bir noktaya gelen Ay'ın güneş ışığını engellemesinden kaynaklanır. Ay, Güneş ile Dünya'nın tam arasına girdiğinde, bize Güneş'ten çok yakın olan Ay'ın yuvarlak gölgesi sanki Güneş'i bütünüyle örtmüş gibi gözükür. Dünya'dan bakıldığında Ay ile Güneş aynı büyüklükte görünüyorsa bu tam tutulmadır. Bu tutulmada Ay'ın gölgesi Dünya'nın belli bir bölgesine düştüğü için o bölge güneş ışığını alamaz. Güneş tutulması etkileyici bir olaydır. Ay Güneş'in önünden geçerken yavaş yavaş onu örtmeye başlar ve sanki Güneş'ten bir parça kesilip çıkarılmış gibi gözükür. Sonunda Güneş tümüyle gözden kaybolduğu için gökyüzü kararır, hava serinler. Bu yapay gecede gökyüzündeki bazı parlak yıldızlar ışıldamaya başlar. Güneş gözden kaybolurken, karanlık Ay yuvarlayının çevresinde birden parlak ışık demetleri belirir. Bunun nedeni, Ay'ın engelleyemediği ışıklı Güneş tacıdır. Birkaç dakikalık bir karanlıktan sonra Ay'ın kenarında bir boncuk dizisi gibi sıralanmış ışıklı noktalar görülür. Bir süre sonra Güneş'in bir yanı hilal biçiminde belirir ve Ay Güneş'in önünden bütünüyle çekilip gittiğinde yeryüzü yeniden gün ışığına kavuşur. Ay ile Güneş Dünya'ya göre aynı yanda bulunduğu zaman Ay'ın Dünya'ya dönük olan yüzü karanlıktır. Bu yüzden Güneş tutulması yalnız yeniay evresinde gerçekleşir. Ama Ay Dünya'nın çevresinde dolanırken, Dünya ile Güneş'i birleştiren görüş çizgisinin genellikle üstünden ya da altından geçtiği için her yeniay evresinde Güneş tutulması olmaz.